İkinci Mesele: Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar. 
 Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun  münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir. 
 Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı? 
 Hakaik-i İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de manası ademdir. 
 İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir. 
 Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülat ile menfî itikadlarını kabul‑ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. Yoksa irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür. 
 

Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır: 
 Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız. 
 İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır: 
 Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir. 
 İkincisi: Kabul‑ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur. 
 Nefiy dahi iki kısımdır: 
 Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur.” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir. 
 

İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise –birinci meselede beyan ettiğimiz gibi– hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin. 
İkinci varta ve çare-i necat 
 

 Bu dahi iki meseledir: 
 Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden bir gurur‑u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalplerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar. 
 Eğer dikkatle kendi küfürlerinin içyüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler görecekler ki imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir. 
 

 Risale-i Nur yüzer mizan ve muvazenelerle, bu hakikati iki kere iki dört eder derecesinde  kat’î ispat etmiş. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın vücub‑u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub‑u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestaîler gibi hem kendini hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. 
 İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nlerini, muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalplerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler. 
 Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle 
‎اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ۝ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ‎ 
azamet-i kibriyasını her vakit ilanı hem 
‎اَلْعَظَمَةُ اِزَارٖى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائٖى‎ 
hadîs-i kudsînin fermanı hem “Cevşenü’l-Kebir” münâcatının seksen altıncı ukdesinde: 
‎يَا مَنْ لَا مُلْكَ اِلَّا مُلْكَهُ ۝ يَا مَنْ لَا يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَائَهُ ۝‎ 
‎يَا مَنْ لَا تَصِفُ الْخَـلَائِقُ جَلَالَهُ ۝ يَا مَنْ لَا تَنَالُ الْاَوْهَامُ كُنْهَهُ ۝‎ 
‎يَا مَنْ لَا يُدْرِكُ الْاَبْصَارُ كَمَالَهُ ۝ يَا مَنْ لَا يَبْلُغُ الْاَفْهَامُ صِفَاتَهُ ۝‎ 
‎يَا مَنْ لَا يَنَالُ الْاَفْكَارُ كِبْرِيَائَهُ ۝ يَا مَنْ لَا يُحْسِنُ الْاِنْسَانُ نُعُوتَهُ ۝‎ 
‎يَا مَنْ لَا يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَائَهُ ۝ يَا مَنْ ظَهَرَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ اٰيَاتُهُ ۝‎ 
‎سُبْحَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ‎ 
diye olan gayet ârifane münâcat-ı Ahmediyenin (asm) beyanı gösteriyor ki azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.  
RN-Âyetü'l-Kübra/17



İhsan SEYHAN

AYETÜL KÜBRA - 3

.

Tarih: 17.10.2025 18:22 Güncelleme: 17.10.2025 18:22