Vallahi, insan artık susmaktan yoruldu.
Gazze’de “ateşkes” ilan edilir; gazeteler kısa bir rahatlama, röportajlar umut dolu başlıklarla dolar. Ama ardından ne mi oluyor? Hemen ertesi gün veya birkaç gün sonra aynı sahne: Bomba, gözyaşı, enkaz… Tekrar, tekrar, tekrar.
Peki ya garantörler? Bir kerede değil, defalarca masaya oturdular, imza attılar, “garantör” oldular. O sözlerin, o imzaların anlamı yok mu? “Garantör” kelimesinin bir değeri, bir ağırlığı, bir sorumluluğu yok mu? Eğer bir ülke veya yapı bir anlaşmayı garantörlüğe alıyorsa, o anlaşmanın çiğnenmesine sessiz kalamaz. Sessizlik, onaylamaktır. Sessizlik, suç ortaklığıdır.
Bugün soruyorum: Madem garantörlük yaptınız, neden konuşmuyorsunuz?
Neden olmak zorunda olduğunuz cüret ve sorumluluğu göstermiyorsunuz? Neden basın toplantılarında kahramanca nutuklar atmayı seçmiyor, somut adımlar atmayı tercih etmiyorsunuz? Neden uluslararası hukukun, insan haklarının en temel ilkelerinin yanında duran güçlü bir ses çıkmıyor?
Böyle liderlik mi var? Nerede o ‘garantör’ olmanın gereği olan cesaret? Liderlik, sadece sözde durup el kaldırmak değildir; liderlik, haksızlığa karşı durmak, zalime hesap sormak, mazluma umut vermektir. Liderlik, iki yüzlü diplomasiyle örtülemez.
Gazze’de çocukların hayatı pazarlık konusu değildir. Evlerimizdeki çocuğu düşünün: En sevdiği oyuncağı, en sevdiği şarkıyı hatırlıyor musunuz? O oyuncaklara, o şarkılara kavuşamayan çocuklar var. Açlıktan titreyen, korkudan uyuyamayan çocuklar… Bunlar sayısal veriler değildir; bunlar insan. İsimleri, yüzleri, hikâyeleri olan insanlar. Her kurşun, her bombalama bir ailenin geleceğini çalıyor.
Ve bize düşen nedir?
Ellerini ovuşturup “ne yapalım, uluslararası dengeler” demek mi? Yoksa “sorumluların arkasından sessizce yürümek” mi? Hayır. Bu utanç, suskunluğunuzun bedelidir.
İslamî değerler, insan onurunu ve mazlumun hakkını savunmayı emreder. Biz müslümanlar olarak, sadece dua ederek, “Allah kahretsin” diyerek yetinemeyiz. Dua elbette güçlüdür ama dua ile birlikte ses de yükseltilmelidir. Kelimelerimizi, vicdanımızı ve eylemlerimizi birleştirmeliyiz. Her birimiz sorumluyuz: vicdani, ahlaki, insani.
Sözde garantör devletler ve uluslararası aktörler şunu iyi bilmelidir: Bu işin hesabı mutlaka sorulacaktır; tarih kaydetmektedir. Hesap sorulacak ki bir daha kimse “ateşkes” diye imza atıp, sonra aynı sahneyi tekerrür ettirmesin. Bu hesap mahkeme salonlarında, diplomatik masalarda, sokaktaki tepkilerde, vicdanlardadır. Ve elbet hesap sorulacak.
Şimdi ne yapmalıyız?
Önce susmayın. Sessizlik suça ortaklıktır. Sosyal medyada, sivil toplumda, mahallenizde sesinizi yükseltin. İnsanlığı savunmak bir lüks değil, bir görevdir.
Yetkililere, garantör devletlere somut taleplerle baskı yapın: Ateşkesin sürekli uygulanması, insani yardım koridorlarının kesintisiz açılması, bağımsız soruşturma ve sorumluların hesap vermesi.
Medyayı takip edin, hakikat için çalışın. Propagandaya gelmeyin; can kaybını, acıyı görün.
Sivil toplum kuruluşlarıyla dayanışma kurun; yardım gönderin, kampanyalara katılın. İnsani destek politiktir ama aynı zamanda insanlıktır.
Ve en önemlisi: her sabah uyandığınızda, vicdanınıza “bugün Gazze için ne yaptım?” diye sorun.
Bu memleketin, bu dinin, bu medeniyetin inancıdır ki zulme seyirci kalmak haramdır. Kimin ne gücü varsa, kim ne sorumluluk üstlendiyse onu yerine getirmeli. Konuşun, bağırın, meydanlara çıkın; çünkü suskunlukla bir daha kimse barışın adını lekeleyemez.
Bir gün elbet tarih yazacak. O gün geldiğinde kimlerin mazlumun yanında durduğunu, kimlerin koltuk hesaplarına ve güç dengelerine göre ses çıkardığını görecek. Biz, kendi tarihimizi utançla değil, onurla hatırlamak istiyorsak, şimdi konuşmak, şimdi davranmak zorundayız.
Vallahi, bu suçun hesabı sorulacak hem sizden, hem bizden.
Ama asıl sorulacak olan: Susanlar ne cevap verecek?