İnsanoğlu  insanlığın her devresinde mutlaka birşeylere inanmış ve ona tapmıştır. Bu onun yaratılışından kaynaklanmaktadır. Çünkü sonsuz kudret sahibi insanı abd olarak yaratmıştır. Bundan dolayı insanlık tarihinde çok az insan ilahlık iddasında bulunmuştur. Bu da bir saçmalıktan öteye gidememiştir. İnanan insan inancıyla bütünleşmiş ve bu yolda çeşitli fedakarlıklarda bulunmuştur. Kimisi malını, kimisi akrabalarını, kimisi yurdunu, kimisi canını, cananını ve kimisi hem dünyasını hem de ahiretini bu yolda feda etmiştir. Peki neden inanç ya da diğer adıyla iman bu kadar değerli?  Acaba  imanın hangi özelliğinden, hangi işlevinden kaynaklanıyor bu değer? Zannediyorum bu soruları cevaplayabilmek için öncelikle imanın ne olduğunu bilmemiz gerekir.O halde nedir iman? Işık mı ,nur mu, kuvvet mi, kudret mi, sevmek mi, bağlılık mı? Bunların hangisi? Yoksa hepsi mi? İnsanı, insanlığın zirvesine taşıyan ve Cennet'e yakışır bir varlık yapan iman bunların hepsidir. Ve daha fazlasıdır. Örneğin; iman nur olsun. NUR olduğunda nasıl bir etki gösterir insanda ve kainatta? Karanlık bir gece düşünün ki göz gözü görmüyor. Ve siz o karanlık gecede, o geceden daha karanlık bir apartmana giriyorsunuz. Daha sonra o apartmandan daha karanlık bir daireye girdiniz. Oradan o dairenin en karanlık odasında simsiyah bir kalem aramak ne büyük işkence olurdu değil mi? İnsan böyle bir haldeyken nurun ne kadar rahmet,karanlığın da ne kadar zahmet olduğunu çok iyi anlar. O an nurani bir elin elektrik düğmesine dokunur dokunmaz karanlığı süpüren aydınlığın gelmesi  bizi ne kadar sevindirir. Hem o siyah kalemi bulma hem de odanın ahvalini anlamak noktasında işimizi ne kadar kolaylaştırır. İşte eğer iman olmazsa insan kendisinden bihaber, çevresinden bihaber, olanlardan bihaber yaşar. Ya da mevcut varlıkları ve meydana gelen olayları öyle sebeplere, öyle nedenlere bağlar ki bu onun çaresizliğini, perişaniyetini, ümitsizliğini yüz kat artırır. Öncelikle iman nur olması hasebiyle insana herşeyin hakikatını gösterir.İmanla insan üzerinde görünen, vücudunda işleyen, yaşamını idame eden her şeyin Malikini, Halıkını, Mutasarrıfını tanır, bilir. Peki bunları bilmek neyi değiştirir insanın hayatında? Yani insan gözünü, kulağını, ruhunu, kalbini, zerresini, hücresini... Kısacası vücudunu vereni tanıyınca, bu nasıl bir değer katar insanın hayatına? Bu hal onu nasıl insanlığın zirvesine  taşır? Bu sorular bana son derece geri kalmış Afrika kabilelerini hatırlattı. O insanlardan birine teknolojik aletlerin hangisini gösterseniz onu o kadar garipseyecekki... Bu garipliği anlatmada kelimeler kifayetsiz kalır. Oysaki telefon, araba, uçak, bilgisayar vb. bu aletlerin hepsi artık bizim için o kadar gereklidir.  Zannediyorum bu gerekliliği ifade etmeyi de kelimelere bıraksak yine kifayetsiz kalacaklar. Ayrıca bu teknolojik aletler hayatımızda o kadar yer etmiş ki adeta onlarsız hayatımızın devam etmeyeceğini sanıyoruz. Şebekeler gidip telefonlar çalışmadığı zaman ne kadar canımız sıkılıyor, ne kadar üzülüyoruz. Öyle değil mi? Peki bir an düşünün ki gözleriniz artık görmüyor. Düşüncesi  BİLE  ne kadar  korkunç değil mi? Dış dünyayla bağlantınız kesiliyor. Daha doğrusu dünya sizin olsa bile bir mana ifade etmiyor. Uzun boylu, dalgalı saçlı, beyaz tenlisiniz... Kısacası son derece güzel bir fiziğiniz var ama göz görmediği için nafile... Her güzel önce kendi güzelliğini görmek ister ama göz görmeyince nafile... Peki ama gözünüz var. Dolayısıyla üst satırlarda söylenen düşünceler için üzülmeye gerek yok. Peki bundan sonra şunları düşünmemiz gerekmez mi? Bu gözü bana veren kim? Ya da bu gözü niçin verdiği, onu vermekteki gayesinin ne olduğunu düşünmemiz gerekmez mi? Belki çok basit bir cevapla bunu bilmeyecek ne var? Elbette gözü görmemiz için vermiştir diyeceksiniz. O zamanda akla şu sualler gelir. Neyi ve nasıl görmek? Mevcudata bakınca ALLAH aklımıza geliyor mu? Kainata ne kadar onun hesabına bakabiliyoruz. Sanata bakınca sani', kitaba bakınca katip, nakşa nazar edince nakkaş hiç aklımıza geldi mi? Sanatı hep sanat olduğu için sevmedik mi? Güzeli hep güzel olduğu için sevmedik mi? Maalesef sevdiğimiz herşey hep bu boyutta kaldı. Yaratılanı severim yaratandan ötürü boyutuna bir türlü geçemedik. Bunun altında yatan en büyük neden, kainata yaratıcısı için bakmamak, sadece yaratılanlara bize bakan yönüyle, işimize, nefsimize yarayan yönüyle bakmaktan kaynaklanıyor. Bizim halimiz her çeşit meyvenin, sebzenin bulunduğu, içinde güzel suların aktığı, renk renk çiçeklerin, böceklerin bulunduğu bir bahçeye girip sadece o bahçenin zahiri güzelliklerine takılıp bahçenin sonunda onu bekleyen  padişahı tanımama ya da onu takmama meselesine benzemektedir. Ne zaman yaratılan masnuat ve mahlukata  ALLAH (c.c.) namına bakarsak o zaman herşey birer mücessem ayet olacaktır. Herşey masnuat-ı ilahiyye ve mahlukat-ı rabbaniyye olur. Fani sevgililer ve devlet büyükleri için yazılan övgüler, senalar, medhiyelerin yönü değişir. Çünkü artık herşey birer kaside-i rabbani ve mektubat-ı ilahi oluvermiştir. Bütün masnuatta görünen kemal, cemal, ihsan onun olduğuna göre, bunların muktezası olan hamdler, şükürler, senalar ona ait olmalı. Nimet kimin ise minnet ona olmalı. İşte iman nazarıyla kainata bakan insan, kainatı bir kitab-ı samedani şeklinde görür. O kitaptaki harfler, kelimeler, cümleler, sahifeler hep katibini anlatmaktadır. Biz o kitabı okudukça katibe olan marifetimiz ve muhabbetimiz artmaktadır. Kainatı kitaba benzetme mülahazası açılınca ALLAH (c.c.) aklıma iman, küfür, kitapla ilgili şöyle bir temsil daha ihsan etti. Düşünün ki siz çince bilmiyorsunuz ve size ömrünüz boyunca çince kitaplar okuma vazifesi verildi. Siz hep o kitapları okuyacaksınız. O zaman dakikalar saatler gibi saatler günler gibi günler haftalar gibi uzun gelirdi. Hayatınız tam bir işkenceye dönerdi. Yaşamak artık size hiç zevk vermezdi. Bir de bir solukta okuduğunuz kitapları düşünün. O kitabın sonunu getirmek için uykunuzdan, yemenizden, içmenizden, kısıp  biran önce bitirme heyecanıyla okuduğuz kitapları düşünün. İşte kainata imanla bakan mümin ile küfürle bakan kafirin durumu buna benzemektedir. Nitekim o kainat kitabında en şuurlu kelime biziz. Kitap bizimle anlam kazanmakta ve maalesef bizimle bir kağıt parçasından ibaret kalmaktadır. Bu verilen birkaç temsil bile imanın hayatımıza ne kadar anlam kattığını anlatmaktadır. İmansız hayat ise kör, sağır, akılsız bir insanın indinde hayat ne ise ona da o olmaktadır. Bize bu vücudu veren, havayı, suyu, güneşi, toprağı, yağmuru, rüzgarı vs. bunca nimetleri ihsan eden bir muhsin, münim, mükrim, müşfik bir zata karşı almamız gereken hal ve vaziyet nedir ve nasıl olmalıdır? Bunları hiçe sayıp görmezden gelip çince bilmeyen o insanın durumuna düşüp nankör asiler defterine yazılmak mı? Yoksa bunları vereni hakkıyla tanıma, ona müteşekkir olma, onun hoşuna giden, onu memnun eden bir hal almak mıdır? Ya çince bilmeyen okuyucunun çince okumaya mahkum edilip bir ömür boyu sıkıntılı bir hayat geçirdikten sonra daha sıkıntılı bir hayata doğru ilerlemek.Ya da okuduğu kitabın zevki bütün zaruri ihtiyaçlarının, hobilerinin ve zevklerinin üstüne çıkıp bundan daha zevkli bir hayata doğru gitmek. KARAR SİZİN...


Zekeriya KAYA

Karanlığı Aydınlatan Manevi Işık

Karanlığı Aydınlatan Manevi Işık

Tarih: 29.07.2020 15:05